Ferit Can – Dejavu

Yirmi altı yaşındaydım. Radyoda, aranan ve muzır kişiler listesi okunuyordu her gün. Herkesin bir kulağı radyodaydı. Kahramanlık türküleri arasında, yönetime el koyma zorunda kalma gerekçeleri açıklanıyordu sürekli. Sokağa çıkma yasakları konuyor, kaldırılıyordu. Hazan vurmuş yaprakların yanı sıra, insanlar da dökülüyordu hayat ağacından birer birer, 1980 yılının bu Eylül ayında.
Temizlik yapılıyordu tüm kurumlarda. İş yerlerindeki hainler, vatansever çalışanlar tarafından listeleniyor, gereği için Sıkıyönetim Komutanlığı’na gönderiliyordu. Kiracısından memnun olmayan ev sahipleri, alacaklı olan esnaf, rahatsız olunan komşu, kahraman muhbir yurttaşlar tarafından hemen bildiriliyordu. Annem bize sürekli dikkatli olmamızı, kimseyle ters düşmemizi öğütlüyordu.
Ankara’da bir üniversitede Araştırma Görevlisi olarak göreve başlayalı bir yıl olmuştu. İki yıllık evli ve bir kız çocuk babasıydım. Ankara Merkez Komutanlığı’nca hazırlanan listeler okunmaya başlayınca daha bir dikkat kesiliyordum. Çevremde alınmadık kimse kalmamıştı, asistanlığını yaptığım profesör daha ilk dakikada alınan kişiler arasındaydı. İnsan, insanın kurdu olmuştu adeta. Bana yan yan bakıp,” bu niye hâlâ dışarıda ” diye hayretle gözlerini büyütenler, beni görünce yol ve yön değiştirenleri fark ediyordum. İçimde dertten akkor lavlar akıp, zaten hep sıkıntılı olan mideme ağrı olarak saplanıyordu.
Bir de mahallemizde arabanın içerisinde oturan ve elindeki gazetelerle yüzlerini kapatma numarası yapan sivil polisler vardı ki; bizce en merak edilen husus kimi takip ettikleri idi. Zaten çok geçmeden anlaşılır, bir sabah baskını ile avlarının üzerine çökerlerdi.
Bir sabah da beni almaya geldiler bu kaba bıyıklı sivil polisler. Önce evde arama yapacaklarını belirtip, beni antrede dış kapının ardında beklettiler. Eşimin rengi atmış, kireç kesilmişti yüzü. Bir yaşındaki kızım hiçbir şeyin farkında olmadan annesinin kucağında yatıyordu. Evde telefonumuz yoktu, anne ve babama eşim daha sonra haber verebilirdi. Polislerin aramada ilk yöneldikleri yer kitaplığım oldu. Polislerin, kitapları gösterip birbirlerine şaşkın şaşkın bakarken ki halleri ne zaman aklıma düşse gülerim. Bir felsefeci kitaplığına denk gelmeleri de onların şanssızlığı olmalıydı. Gözlerine kestirdikleri birkaç kitabı alıp, evin değişik yerlerine usûlen baktıktan sonra yanıma para ve
 giyecek bir şeyler almamı söylediler. Eşimin, korkudan donmuş bakışlarına ve güzel kızımın nermin yanaklarına bir buse koyarak ayrıldım yuvamdan.
Eşim, son anda nereye götürüldüğümü sordu polislere. İçlerinden kısa boylu olanı baştan savma bir “Emniyete” kelimesiyle cevap verdi. Dışarı çıktığımızda bir minibüs bekliyordu bizi. Ellerim kelepçeli binmem zor oldu. Ne ile suçlandığımı bilmiyordum, onların da söylemeye niyetli oldukları pek söylenemezdi. Emniyete geldik, nezarethaneler doluydu. İnsanlar, gözaltına alınmış yakınları hakkında bilgi almak için emniyet binasının çevresinden ayrılmamaya çalışıyor, bir fırsatını bulup rica minnet bilgi istiyorlardı. Bir avukatın sizi savunabilmesi ancak sıkıyönetim komutanının iznine bağlıydı.
Nezarethaneler, o kadar kalabalıktı ki parmak izi vermeye ve sabıka fotoğrafı çekmek için çıkardıklarında bile sevinmiştim. En sonunda sorgu odasına alındım, “senin devletle ne alıp veremediğin var” diye biri bana sürekli bağırıyordu. Oysaki soru sorsa cevaplayabilirdim. Bu bir nevi psikolojik baskı kurma taktiğiydi. Ve nihayet ne ile itham edildiğimi anladım. Üniversitede kadın öğretim üyelerinden bazıları gözaltına alınırken ” bu kadar da olmaz” demişim. O anda kullandığım bu cümle ile “Sıkıyönetime karşı gelmek, eleştirmek, halkı galeyana sevk etmek” suçlarını işlemiş olduğumu anladım.
On iki gün gözaltında tutulup üstünkörü olarak ifadem alındıktan sonra 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’ ne sevk edildim. Bundan sonrası zaten sonu belli bir film gibiydi. Mahkemenin, bazen tanıkları bile tutukladığını söylüyorlardı. Benim serbest kalmam pek de mümkün görünmüyordu. Zaten polisin yanına para ve giyecek bir şeyler al demesinden belli idi mahkemenin kararı.
Mamak Askerî Cezaevi’ne giderken annemin, babamın ve eşimin mahzun, kederli el sallayarak askeri aracın arkasından çaresizce bakmaları, boğazıma kocaman bir yumru gibi çöktü. Ne nefes alabildim, ne yutkunabildim. Cezaevine vardığımızda doğruca berbere götürülmemiz nasıl zor günler geçireceğimizin işareti gibiydi. İlk günün şokunu atamadan, hava daha ağarmadan, düdük ve copların ranza demirlerinde çıkardığı sesle sabah sporuna kaldırılmamız buraya göre kusursuz bir karşılama olmuştu muhakkak.
Altı ay hapis yatıp çıktıktan sonra, artık memuriyetim son bulmuş işimi de kaybetmiştim. Ne var ki hukuki mücadelemin peşini hiç bırakmadım.
İlk çocuğumuzdan sonra bir kızımız ve bir de oğlumuz dünyaya geldi. Biraz işsiz kaldıktan sonra, önce bir dergide editöre yardımcı olarak çalıştım sonra özel bir üniversitede akademik kariyerime devam ettim. Yaklaşık on iki yıl sonra devlet haksız bir muamelede bulunduğunu beyan edip üniversiteye dönüş kapısını açtı ne var ki ben istediğimi elde etmiştim. İşimden de memnundum.
Zaman akıp gidiyor, ömür veriyor, yaş alıyorduk…
Artık torun torba sahibi bir dedeydim. İki kızımdan ikişer torunum vardı. Oğlum yirmi sekiz yaşında ve bir yaşında kız çocuk babasıydı. Tarih tekerrürden ibarettir tezini doğrular hadiseler yaşanıyordu. Yıl 2016 olmasına rağmen bir darbe girişimi yaşanıyordu ülkede. Pandora’nın Kutusu açılmıştı tekrar. 80 li yılların o boğucu günlerine benzer, sert rüzgârlar esiyor, kara bulutları topluyor ve bir tufan öncesi atmosfer kaplıyordu ülkenin üzerini.
Darbe girişimi bastırılmış insanlar derin bir nefes almışlardı. Her sabah televizyonda toplu gözaltılar, KHK’larla memuriyetten ihraç haberleri geliyordu. 1980 yılında annemin yüreğini ezen endişeler şimdi benim içime çöreklenmişti. İnşallah çocuklarım zarar görmez diye dua ediyordum sürekli.
Yine bir Eylül sabahıydı. Arayan oğlum Uğur’du. Sesi yorgun ve zor çıkıyordu. KHK ile ihraç edildiğini artık öğretmenlik yapamayacağını söylüyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Berrak bir su gibi tertemiz bir hayatı olan oğlumun ne gibi bir suçu olabilir ki diye düşünüyordum. ” Muhakkak bir yanlışlık vardır oğlum, üzülme hadi eşini, torunumu al da bize gelin ” diyebildim. Hanım, konuştuklarımızı duymuştu. 60 yaşında insanlar olarak bize ağır geliyordu bu dertler ama elden gelen bir şey de yoktu.
Oğlum Uğur, ailesiyle evimize geleli bir saat olmamıştı ki kapı çalındı. Daha kapıyı açmadan gelenlerin polis olduğu telsiz seslerinden anlaşılıyordu. Çağrışım dünyam infilak etmiş gibiydi. Uğur’umu bizden koparacaklar mıydı? Hızlı ve telaşlı hareketlerle kapıyı açtım. Uzun saçlı ve kaba sakallı polisler ismimi söyledi. “Benim” dedim. Hakkınızda, terör örgütüne üye ve destek olmak suçundan gözaltı ve konutunuzun araması kararı var dedi. “İçeri buyurun” dedim. Hızlı bir şekilde bilgisayar ve cep telefonumu aldılar. Kitaplığıma doğru göz atıp çok fazla karıştırmadan diğer odalara şöyle bir baktılar. Salondaki yemek masasına oturup yakalama, gözaltına alma ve ev araması tutanağı hazırladılar.
Polislerden biri belinden kelepçeyi çıkardı, bir şey söylemedi, ben de sessizce kollarımı uzattım. Eşimin beti benzi atmış, yüzü kireç kesilmişti. Sanki 1980 yılına gitmiş gibiydik. Ya da bu bir “dejavu” muydu acaba. Gözaltına alındığıma üzülsem mi yoksa Uğur’un benim yerimde olmamasına sevinsem mi tam bilemedim. Ailemin derin hüznü ve komşuların garip ve şaşkın bakışları altında, polis arabasına bindirildim. Eşim, “nereye götürüyorsunuz” diye sorunca bir polis yarım ağız “Emniyet Müdürlüğüne” diye cevap verdi. Zaten yeleklerinde KOM yazıyordu.
Sekiz gün gözaltında kaldım. Yine kalabalıktı nezarethaneler, yine parmak izi ve fotoğraf çekme işlemleri vardı. Sorgu sırası bana ancak gelmişti bir haftada. Çalıştığım ve emekli olduğum özel üniversite ile ilgili sorular soruyorlar ve benden itirafçı olmamı istiyorlardı. Benim herhangi bir suçumun olmadığını ısrarla belirtince baro avukatı da ” abi çalıştığın kurumdan iki üç isim ver kurtul, boş ver” deyip beni yönlendirmeye çalışıyordu. Hayretler içindeydim. “Ben hayatımı olduğu gibi anlattım, benim terörle bir ilginin olması mümkün değil” dedim ısrarla. Savcıya ayrı, mahkemeye ayrı derdimi anlattıktan sonra haftada bir imza verme şartıyla adli kontrol vererek serbest bıraktılar. Aslında bu dejavu tutuklanmayı gerektiriyordu ama beni yanılttılar.
Serbest kaldıktan iki hafta sonra çocuklarımız ve torunlarımız ile otururken oğlum Uğur’un telefonu çaldı. Arayan bir polisti. Evine geldiklerini bulamadıklarını, nerede olduğunu soruyordu. Uğur “babamın evindeyim ” deyince beklemesini söylediler. 10 dakika sonra polisler kapımızdaydılar. Milli Eğitim’de öğretmenliğe başlamadan önce özel bir dershanede altı ay çalıştığı ve maaşını KHK ile kapatılan bir bankadan çektiği için terör örgütüne üyelik suçlaması vardı.
Uğur’umun ellerine, antrede kelepçe takılırken o, bir yaşındaki kızını kucağına almış, rengi atmış, yüzü kireç kesilmiş eşine  sessizce bakıyordu…

 


Kaynak: Mağdur Hikayeleri – Mağduriyetler http://magduriyetler.com/2019/12/01/ferit-can-dejavu/

Hiç yorum yok