Bakıcı da Terk Etti!



Ahmet Arslan

“Söyleyemem derdimi, kimseye
Derman olmasın diye,
İnleyen şu kalbimin sesini
Ağyâr duymasın diye”


Sevda, babasının çok sevdiği bu şarkıyı ve şarkının sözlerini son günlerde daha derinden kavrar olmuştu.


Babası işe giderken mırıldanırdı bazen bu şarkıyı. Bazı günler ayna karşısında traş olurken, hem söyler hem de gözlerinde buğulanan yaşları traş bahanesiyle kimseye sezdirmeden silmeye çabalardı. Olmadı, hemen yüzünü yıkar gizlerdi. Ancak küçük Sevda’nın bu anları kamera gibi zihnine  kaydetiğini göremezdi.


Sevda babası daha da üzülmesin diye sebebini sormazdı. Ama ne vakit bu sözleri duysa uzaktan uzağa babasını izlerdi. Annesi de baba ile kızın bu hallerine tek bir söz ve davranışla müdahale etmezdi ki efsunlu hal hiç bitmesin…


Yıllar böyle geçmiş, binbir zorlukla ilk, orta derken lise de nihayet bitmişti. Maddi durumları pek iyi olmadığından; “Kızımızı acaba üniversite hazırlık için dersanesine yollayabilecek miyiz bey?” diye soran anne Zeynep Hanım, sorusunun cevabını beklemeden telaşla devam ediyordu; “El işinden , oyadan, dantelden üç-beş kuruş geliyordu ama romatizmalarım beni rahat bırakmıyor. Eskisi kadar yapamıyorum. Siparişleri yetiştiremeyince de insanlar başkasını buluyorlar. Ne yapsak acep, elde-avuçta da yok ki satıp dersane parasını ödesek. Söyle bey ne yapacağız?”


Bu sözler Sevda’nın kulağına gittiğinde üzülmüştü. Sessizce odasına çekilip düşündü, düşündü…


Birkaç saat sonra akşam çayını hazırlayıp, ince belli bardaklarla sundu anne ve babasına. Sevda söze girdi; “Babacığım , biliyor musun Gamze ile konuştuk. Hani o geçen yıl sınava girmişti. Ama maddi durumlarından dolayı, il dışından bir yer yazarsa üniversiteye gönderemeyecekti ailesi. Bu yüzden de bu yıl tekrar hazırlanıyor. Geçen yılki test kitaplarını çok temiz kullanmış, hepsini bana verecek. Kendisi de boş zamanlarında beni çalıştıracak. Bu yüzden ben evde hazırlanmak istiyorum. Hem yolda geçecek süre de yanıma kâr kalır. Müsadenizle babacığım inşaallah öyle yapalım.”

Anne-babası bu sözlerin sebebini ve ne anlama geldiğini elbette
biliyordu. Fakat çaresizlikten, kızlarının teklifini reddedecek durumları da yoktu. “Olur mu kızım? Sen de git dersaneye. Ne yapar eder karşılarız. Ben ek iş bulurum. Gerekirse pazarda limon satarım. Sen meraklanma” diyen babasının gözleri dolmuştu.

Oysa herkes biliyordu ki babası zaten ek iş yaparak diğer üç kardeşiyle birlikte aileyi zar-zor geçindiriyordu.

Vakit ilerledikçe Sevda’nın samimi ısrarı iknaya yetmişti.

***

Nihayet sınav sonuçlanmış, Sevda hayallerindeki bölümü  kazanmayı başarmıştı; öğretmen olacaktı.


Fakülteye kaydolduğunda, öğrenci yurdu listesinde adı yoktu.

İlk gün telaşı, kayıt vs. derken birlikte kalmak için arkadaş arayan iki kızcağızla tanışması endişelerini gidermişti. Onların, “Biz de yanımıza yoldaş, kirayı ve masrafları bölüşecek hayatı paylaşacak arkadaş arıyoruz.” sözleri Sevda’yı epey rahatlatmıştı; “Ben varım. Haydi bismillah o zaman” dedi. Böylece Sevda’nın fakülte yakınındaki iki odalı bekar evinde öğrencilik hayatı başlamış oldu.

Artık başını sokacağı bir evi vardı. Becerikli oluşu, arkadaşlarına çeşit çeşit yemekleri ve ev  işlerini öğretmesi de evde huzurun başka boyutunu yansıtıyordu.

Dört yıl boyunca çoğu hafta sonları yakındaki yufkacıda yufka açarak, börek pişirerek, tatlı yaparak çalışmış ve neredeyse ailesinden para istemesine gerek kalmamıştı. Zaten yufkacı da; “Kızım! Bizim çocuğumuz olmadı ama sen de bizim evladımız sayılırsın. Al bakalım şunu. Bu da bizim bursumuz olsun.” deyip Sevda’nın reddetmesine fırsat vermeden sık sık katkıda bulunuyordu. Kimi zaman “bayram harçlığı” kimi zaman “bahşiş” adı altındaki destekleri hiç eksik olmuyordu.


Yıllar çabuk geçmiş, fakülte dereceyle bitirilmişti. KPSS’den 90’a yakın puan almış olmasına rağmen ne yazik ki atanamadı.


Sınıf arkadaşı kendisinden çok daha düşük puan aldığı halde atanmıştı. Oysa onun okul hayatında derslerle ilgisi neredeyse hiç olmamış, siyasetle uğraşmıştı. Sevda ona nasıl atandığını sorduğunda alaycı bir sekilde gülmüş ve; “Benimki mazeret atamasıymış. Babam öyle diyor, ben bilmiyorum, kontenjan gibi bir şey. Çok kurcalama! Bu işler derin işler.” demişti. Sevda buna bir anlam veremiyordu.


Bir taraftan tekrar KPSS’ye hazırlanıyor, bir taraftan da yufkacıdaki işine devam diyordu. Akşamları da apartmandaki çocuklara ders çalıştırıyordu.

“Çocuklar okumalı. Hele kız çocukları.  Ülkemizin aydın gençlere ihtiyacı var.” diyordu.

Bununla da yetinmiyor,. meraklı  kadınlardan  oluşan gruptan Kur’an okuyamayan veya daha iyi okumak isteyenlere Kur’an-ı Kerim dersleri veriyordu. Günler yetmiyordu Sevda’ya.

***

Birgün teyzelerden birinin, “Evladım, anan baban kimdir? Arayıp sormak, hatırlarını almak, bir ziyaret etmek isteriz. Telefonları, adresleri var mıdır?” deyince hemencecik vermişti bilgileri düşünmeden. Yeter ki insanlar tanış olsunlar istiyordu.


Bu istek ve kabul belki kaderin bir tecellisi olacaktı.


Evet, Sevim Hanım, oğlu Mehmet için Sevda’nın anne babasını aramıştı. Çok geçmeden ziyaretler, görüşmeler, söz, nişan derken sade bir nikâh töreninden sonra dünyaevine girmişti Sevda. Bekar evinden sonra dünya evine de adım atmıştı.


Nihayet Mehmet ile birlikte sonbaharda atamaları, Doğu Anadolumuzun nadide illerinden birine yapılmıştı. Yeni taşındıkları evden bir kez daha yükü yüklemişler ve yağmurlu bir günde ulaştıkları yuvalarına kan-ter içinde taşınmışlardı. Anadolunun güzel insanları sıcak bir karşılamadan sonra bu iki gence, “Buyurun! Gönül sofrası.” diyerek, ellerinde tepsilerle gelmişler ve ilk gün yemeklerini ikram etmişlerdi. Sonrasında içilen tavşan kanı çaylar da tüm yorgunluğu alıvermişti. Evi komşularla birlikte yerleştirmişlerdi.


Hele Sevda’nın birşeyler taşımasına müsaade etmemeleri ve “Aman komşum dur! Olur mu hiç? Sen yüklüsün. Herhalde günün de azdır. Sonra bebeğe bir şey olmasın. Aman Allah korusun” gibi sözleri Sevda’ya, “Rabbim sana hamd olsun. Böyle insanlar varken ve böyle dayanışma ve tutkunluk sergilenirken başımız öne eğilmez. Sen bugünümüzü aratma!” diye dualar ettiriyordu.


Bu şirin Anadolu kentinde Leyla onlara cennetten bir armağan gibi gelmişti. Komşu kadınlar toplanıp “bebek görmeye” gelmişler; “Allah analı-babalı büyütsün. Vatana millete hayırlı evlat olsun.” dualarıyla lohusa şerbeti içmişlerdi.


Aradan geçen aylar ve yıllarda toplumda ötekileştirme söylemleri artmıştı. Bir kesim adeta hain ilan ediliyordu. Sevda ve Mehmet bu duruma çok üzülüyordu.


İkinci yaş  günü kutlanan  Leyla’nın bakıcısındaki kederler de farkediliyordu. “Neyin var? Birşey mi oldu?” sorularına cevap veremiyordu bakıcı kadın. Oysa onu aileden görüyorlar, başkalarına göre daha fazla ücret ödüyorlardı. Hatta ramazanda, bayramlarda erzağını alıyorlar, çoluk çocuğunun bayramlıklarını eksik etmiyorlardı.


Ne olmuştu Gül Teyzeye?
Halbuki kızı Dilan da, Leyla’nın adeta ablası gibiydi. Çoğu geceler Sevdalarda kalıyor, yeni yeni sökmeye başladığı okumayla sınıfının en başarılısıydı. Zira Sevda, ona çok vakit ayırıyordu.

Yaz tatili olmasına rağmen memlekete gitmemişler, bulundukları şehirde kalmışlardı. İki hafta sonra Sevda’nın anne-babası torunlarını görmeye ve şehri gezmeye geleceklerdi.


Ne olduysa olmuş, 2016 Temmuzu’nun tam ortasında, vatanın, milletin birlik ve beraberliğine hain bir el uzanmıştı. Ülkede her şey allak-bullak olmuştu.

Daha önceden hazırlanan onbinlerce kişilik listeler devreye sokulmuş, ihraçlar, gözaltına almalar, tutuklamalar yapılmıştı. Bir yanda da cenaze törenleri, protestolar, meydanlarda günlerce nöbetler…. Her şey karmakarışıktı, bozbulanıktı.

Herkes, her şey etkilenmişti. Kimi ilk elden, kimi dolaylı… Doğmamış çocukların bile nasibine bir şeyler düşecekti tarihin bu karanlık günlerinden.


Anadolunun bu şirin kentinde de hareketlilik vardı.


Öğretmen Mehmet bir sabah darbecilikten(!) ve terör örgütüne üye olmaktan(!) açığa ve ardından  hemen gözaltına  alınmıştı. Kendisinden günlerce haber alınamamıştı.


Artık Leyla’ya “kuzucuk” diyen o şefkatli ses evde değildi!..


Çok geçmemişti ki Gül Hanım bir gün kapıyı çaldı ve kucağındaki Leyla’yı, Sevda Öğretmene uzatarak; “Sevda Bacım! Kusura kalma. Gayri Leyla’ya bakamam.
Kocam izin vermiyor. Siz darbeciymişsiniz. Hakkını helal et.” demiş ve “şunlar da eşyaları” diyerek poşetlere doldurduğu kıyafetleri teslim etmişti. Ağlıyordu. Hıçkırıkları boğazında düğümleniyordu!..


Halbuki yaz tatiliydi. Sevda istese kızına kendi bakabilirdi. Ama gelirlerinden olmasınlar diye tatil boyunca bakıcılığa ara vermeyi bile düşünmemişlerdi. “Aman Gül Hanım, ne darbeciliği? Allah bu milletin aleyhinde olanların hakkından gelsin. Biz öğretmeniz. Elimiz kalem tutar, silah değil. Gönlümüz vatan-millet aşkıyla yanar, mermiyle-topla değil. Olur mu hiç öyle şey. Bir gün gerçek ortaya çıkacak. Acele etmeyin.” dediyse de kafi gelmedi.


Sanki sözleşmişçesine akşam da ev sahibi kapıyı çalmış ve “Sevda hoca! Sizin gibileri evimde barındıramam. Evimi derhal boşaltın. Haaaa. unutmadan kaporanızı da unutun. Onu geri veremem. Çünkü evimin itibarını(!) sarstınız. Kaporayı da kayıp itibara sayarız. Fazla oyalanmayın bir an önce çıkıp gidin. Beni tekrar gelmeye mecbur etmeyin” demişti. Sevda Öğretmen; “Nasıl olur? Hem kocam yok. Küçük bir kız çocuğu ile bir başıma nereye giderim? Nasıl ev ararım? Eşya taşırım? Hem biz sadece işimizi, öğretmenliğimizi yaptık. Milleti bombalayanlarla ne ilgimiz olabilir. Kim yaptıysa Allah bildiği gibi yapsın. Terörün de teröristin de Allah cezasını versin. Sonra kapora vermemek de ne demek oluyor. Hakta hukukta böyle şey olur mu? Babam yaşında benim büyüğümsünüz, biraz anlayışlı olmalısınız.” dedi ama dinleyen mi vardı sanki? Anlayan mı vardı sanki? İnsaf mı vardı sanki? İz’an mı kaldı sanki? Her şey karma karışıktı, darmadağınık. Her şey savrulmuştu, insanlar, değerler, anlayışlar…


Allah’tan bir Hızır gibi yetişmişti Sevda’nın babası ve annesi.
Gelmişler, kızlarına destek olmuşlar, eşyaları bir başka eve taşımışlardı.


“Kızım, zaten Mehmet’i de batıya nakletmişler. Yaz tatili boyunca memlekete gidelim. Hem kocanı görürsün. Mehmet de Leyla’sını iki ayda bir de olsa görür.” gibi sözlerle destek olmaya çalışıyorlardı.


Sevda anlam veremiyordu. Ne olmuştu bu insanlara, nasıl da değişivermislerdi.


Derken günler sonra memleket yollarına düşen Sevda, hüzünlüydü kederliydi… Arabanın radyosundan yükselen şarkı birçok şeyi özetliyordu;


“Söyleyemem derdimi, kimseye
Derman olmasın diye,
İnleyen şu kalbimin sesini
Ağyâr duymasın diye”


Gözlerindeki sağanaklara engel olamayan Sevda; “Rabbim sen her halimizi bilensin. Sana sığındım. Kendimi, ailemi, sevdiklerimi Sana emanet ediyorum. Sen emanete sahip çıkarsın.” diye dua ediyor, ” Gün doğmadan neler doğar!” diyerek bekliyordu.


Hicranını gönlüne hapsediyor, ümidini gözyaşlarıyla suluyordu!..

Kaynak: Mağdur Hikayeleri – Mağduriyetler http://magduriyetler.com/2018/05/20/bakici-da-terk-etti/

Hiç yorum yok