Hızır | Ferit CAN
Mutfakta, ocağın başında tarhana çorbası yapıyordu. Durmadan karıştırmak gerekiyordu birbirine yapışıp, topak topak olmaması, kıvamını alması için. Çorbayı karıştırırken annesi geldi hatırına, özlem dolu ince bir tebessüm belirdi ve hemen kayboldu elmacık kemikleri çıkık, geniş ve yüksek alnın hemen altında karakaşlarla uyumlu parlak ve iri siyah gözler ile ince dudaklara sahip küçük bir ağzın ve güçlü bir çenenin oluşturduğu çehresinde.
“Yalnız bu yaz hazırlayamadı tarhanasını annem” diye iç geçirdi. Her sene tarhana hazırlamak evlerinde neredeyse törenle icra edilen bir gelenek haline gelmişti. Pazardan en güzel domatesler, biberler seçilir, kazana yakın büyüklükteki tencere, heybetle durduğu üst raftan ihtimamla indirilir, besmelerle yıkanıp yerleştirilen sebzeler, haşlandıktan sonra ocaktan alınırdı. Püresi çıkmış sebzeler yoğurma kabına özenle alınır yoğurdu mayası ilave edilir karıştırılır ve nihayetinde annesinin en önemli safha dediği un ilave edilir ve tarhananın hamuru tutulurdu. Annesi Münevver Hanım bu hamurla 3 veya 4 gün meşgul olur, ekşimeye başlayınca parça parça güneşte kuruturdu.
Keşke bu gelenek bu sene de bozulmasaydı, ama şimdi o gökyüzünden, Anadolu kokan tarhanasını kuruttuğu güneşinden, yuvamız dediği, 3 katlı bir binanın giriş katındaki sobalı dairesinden, boy boy 3 oğlundan ve hayat arkadaşından ayrıydı.
Zaten ne zaman gün yüzü görmüştü ki annesi. Gerçi o hiç bir zaman şikâyet etmezdi halinden. Yılın 6 ayı eşinin de çalıştığı yağ fabrikasında çalışır, bizim evimize 2 asgari ücret giriyor diye şükrederdi. Özellikle maddi imkânsızlıkların aileyi zorladığı zamanlarda, çocuklarına bakar, temiz yüzüne yayılan tebessümüyle ” az kaldı inşallah abiniz elimizden tutacak” derdi.
Ne çok isterdi annesinin dediği gibi ailesinin elinden tutmayı. Geçen sene kalp rahatsızlığı da ortaya çıkan ve yüzde 80 işitme kaybı olan babasına yardımcı olmayı, 2.sınıfında okuduğu bilgisayar mühendisliği fakültesinde kendi masraflarını karşılamayı, en azından kardeşlerinin okul giderleri yükünü ailenin omuzlarından almayı hep düşünürdü.
Aslında bunun için ilk adımları da atmıştı. Lise yıllarından beri hobisi olan ve okuduğu bölümle de alakalı olduğu için kendisinde cesaret bulup yarı zamanlı çalışmak için müracaat ettiği bilgisayar tamircisi ve teknik servisinden olumlu cevap almıştı.
Ne var ki daha işine başlayamadan bir karabasan gibi, Eylül ayının son günü, daha hava aydınlanmadan polisler evlerini basmışlardı. Kapının yumruklanmasından ve sokaktaki polis arabalarından, bütün apartman sakinlerinin uyandığı gelen seslerden anlaşılıyordu. Polisler hemen anne ve babasının telefonlarını aldılar, evde arama yaptılar ve bir tutanak tutup anne ve babasına kelepçe taktılar.
Babası olayı anlamaya çalışıyor, her zamanki olgun ve ölçülü davranışları ile soğukkanlılığını koruyordu. Az konuşan, sükûtu tercih eden bir insandı ama onun sessizliği başkalarında olduğu gibi bir eksiklik yahut boşluk değil içindeki olgunluk cevherinin bir yansıması gibiydi. Istırap yudumluyor gibi gırtlak boğumu hareket ediyor, eşi Münevver Hanım’a takılan kelepçelere baktıkça, çektiği acının dip dalgaları yüzüne kadar vuruyordu. Onun da bileklerine geçmişti kelepçeler, eşi ve 3 oğlu karşısında şimdiye kadar hiç böylesi zor bir duruma düşmemişti. Utanılacak ve hesabını veremeyeceği bir işi olmazdı. Kesinlikle mahçup değildi babası, kendinden emindi.
Kardeşlerinden dokuzuncu sınıfa giden Harun, yedinci sınıfa öğrencisi Fevzi’ye sarılmış ve abilerinin yanına gelmişlerdi. Onları teskin etmeye çalıştı ama korkudan benizleri kireç kesilmiş kardeşlerine ancak bir bardak su vermeyi akıl edebildi.
Çoğu sakallı ve bazıları uzun saçlı, polis yelekli memurların umurlarında değildi, kardeşlerinin ruh halleri. Fevzi “annemi bırakın” diye ağlıyor, annesine sarılmak istiyor fakat polisler yaklaştırmıyorlardı. Kardeşi Fevzi’yi yanına aldı. Gözyaşlarını sildi, başını okşadı ” akşama döner gelirler, merak etme ” dedi. “Abi annem babam çok iyi insanlar, polisler onları niye götürüyorlar” diye soruyordu. Harun ise yağmur yüklü bulutlar gibiydi. Dokunsan ağlayacak durumdaydı. Üç erkek kardeş, üzerlerinde annelerinin diktiği pijamalar, mutfağın kapısı önünde bir küme olmuş, korkudan büzüşmüş ve birbirlerine sığınmışlardı.
Anne ve babalarını polis arabasına bindirip götürdüklerinde, sanki bulundukları bina başlarına yıkılmış da altında kalmış gibi çaresiz hissetmişlerdi.
Kardeşlerini alıp, onlarla konuştu. “Biz anne ve babamızı tanıyor ve onların suçsuz olduklarını biliyoruz. Ya bir yanlış anlama var yahut da iftira attılar, bunu en kısa zamanda öğreniriz inşallah “dedi.
Önce akrabalarımıza haber verelim diye düşündü. Telefonla ilkin amcasını, sonra teyze ve dayısını aradı. Telefonla konuşurken gözleri Harun’a takıldı. Harun’un gözleri artık biriktirdiği suları tutamıyordu. Hep sükûtun nabzını dinleyen kardeşinin içinde çağlayanlar kaynadığını, sarsılan omuzlarından ve yatağına kırgın akan ırmakların hüznünü taşıyan gözyaşlarından anlayabiliyordu.
Kendisi de kardeşlerinden çok farklı değildi aslında. Babasının omuzuna yaslanıp yahut anasının dizinin dibine oturup, hüngür hüngür ağlayacak doluluktaydı. Geleceğin belirsiz karanlığına saklanan korku, onun yüreğini de sarmıştı. Ağzının kuruduğunu, bacaklarının titrettiğini hissetti bir an. Kardeşlerine hissettirmemeliydi. Önce kendisi metin olmalıydı.
“Haydi, üzerimizi değiştirip, polislerin dağınık bıraktığı evimizi toparlayalım, birazdan akrabalarımızdan gelen olur ” dedi kardeşlerine. Özellikle konuşuyor, hareket ediyordu ki; evlerine iri ve koyu bir gölge gibi sinen, o karanlık sessizlik dağılsın ve pençesini çeksin üzerlerinden.
İlk gelen üst komşularından Mahmut Amca oldu. Diğer komşular geldiyseler de içeri geçmeden sadece görüntü verme maksatlı bir ziyaretti onlarınki. Temkinliydiler. Kendilerini kollama ve ateşin onlara dokunmaması refleksi içindeydiler, yoksa ne gözaltına alınan anne babası, ne de evde ürkmüş ve donup kalmış üç erkek çocuğu umurlarındaydı. Belki henüz 20 yaşında bir üniversiteli gençti ama bunları hissetmek ve anlamak için yeterli anlayışa sahipti.
Amcaları komşu şehirden geldiğinde, teyze ve dayıları salonda oturuyorlardı. Fevzi teyzesinin yanında sessiz de olsa sürekli ağlıyor, Harun vadiye sıkışmış bir baraj göleti gibi sessizce su topluyor, abileri olarak o da büyüklerle neler yapılması gerektiğine dair konuşuyor veya konuşulanları dinliyordu.
Hemen bir avukat bulma ve iddiaları öğrenme konusunda fikir birliğine vardılar. Amcası bir kaç telefon görüşmesinden sonra avukatla anlaşmaya varmıştı.
Teyzesi mutfağa geçti, kahvaltı hazırladı, evi derleyip toparladı. İştahları yoktu, bir iki lokma aldıktan sonra kardeşlerini aldı, bir umut görüştürürler diye Emniyet Müdürlüğü’ne gittiler. Görüşmelerine müsaade edilmedi ama hastaneye rapor almaya giderken, anne ve babalarını görmek bile onları heyecanlandırmış ve teselli etmişti.
Kardeşlerini hiç yalnız bırakmıyor, onlarla birer yetişkin gibi konuşuyor ve dinliyordu. Kardeşlerinin sürekli sordukları sorulara tam olarak cevap veremese de anne ve babalarının hayatlarını örnek insanlar olarak yaşadıkları ve buna kendilerinin de şahit olduklarını belirtiyordu.
Avukatı bile ilk üç gün görüştürmediler. Dördüncü gün savcı ile konuşma imkânı bulan avukat, onlara iddiaları anlattı.
Anne ve babası KHK ile kapatılan bir hayır derneğinde gönüllü olarak zaman buldukça çalışıyorlardı. Onların yaptığı faaliyetler arasında öksüz-yetim küçük çocukların ihtiyaçlarını belirleyip karşılamak, üniversite eğitimi için gelen gençlere barınma ve burs temin etmek, ülke gençlerinin kaynaşmaları sağlayan programlar tertip etmek, hasta yaşlıların, maddi durumu iyi olmayanların elden geldiğince yardımlarına koşmak, kermesler düzenleyerek farkındalık oluşturmak ve destek sağlamaya çalışmaktı. Ne var ki bunlar birer terörist faaliyet sayılmış ve terör örgütü üyesi olmaktan her ikisi de gözaltına alınmıştı.
Babasının sağlık durumu iyi değildi. Kalbinde ritim bozukluğu bazen onu hastanelik ediyordu. İşitme kaybı zaten onu engelli statüsüne koyan bir hastalıktı.
Bir hafta sonra babasının gözaltı süresi uzatılırken, annesi mahkemeye çıkarıldı. Annesinin bakışları yorgun, içindeki yangının alevleri köze dönmüş bir dinginlikteydi. Sanki konuşulanları duymuyor, gözleri sürekli evlatlarını arıyordu. Harun ve Fevzi’yi mahkeme salonuna getirmemişti özellikle.
Annesi ile bakıştılar. Annesi susuyordu ama gözleri bir sözcük kuyusu gibiydi. Bu vatan evlatları için çalışırken terörist diye yaftalayıp, engelli eşini ve kendisini nezarethanelere atıp, yavrularından ayıranların bakmaya cesaret edemeyecekleri çığlıklar yükseliyordu bakışlarından.
Kısa süren duruşmada, annesinin tutuklanmasına karar verildi. Evlatları yardıma muhtaçken, onlardan ziyade yetimlerin ihtiyaçları için gayret sarf eden bu güzel yürekli kadını cezaevine gönderiyorlardı.
Münevver Hanım’ın giderken, geride bıraktığı doldurulamaz boşluğun hüznünü, battığı yeri dağlayan zehirli bir ok gibi içinde hissetti büyük oğlu. Karşı koyamadıkları bir hırçın rüzgârın karşısında bir mum alevi gibi savunmasız kalmışlardı.
Annesini götürdükleri hapis nasıl bir yerdi acaba. Kafasında beliren ilk resim, yalnızlığın beton kesildiği, ateşsiz, soğuk taş odalar oldu. Gözlerinden yaşlar sicim gibi döküldü. Kalakaldı mahkeme salonunda, neden sonra amcası omuzuna dokundu. Taş ocaklarında, akşama kadar taş kırmış bir işçi gibi yorgun hissediyordu kendisini, hiç konuşmadan evlerine döndüler.
Bir hafta sonra aynı tablo babası için de yaşandı. Onu da tutukladılar. Hasta raporlarının bile bir kıymeti yoktu. Karar okununca babasının yüzünde makamını, servetini veya şöhretini kaybetmiş bir insanın bitkin olsa da onurlu ifadesi vardı. Bakışları birbirine değdiğinde, babasının yüz çizgilerinde acıdan, kederden ziyade olgunluk ve metanet gördü. Onun solgun yüzü ve yumuşak bakışlarında âdete temiz kalbi görünüyordu. Baba oğul birbirlerine bakışları ile veda ettiler.
Evde sessizlik hakimdi. 3 kardeş anne babalarının cezaevinde olduklarına inanamıyorlardı. Kardeşlerini mutfak masasının etrafında topladı. Onlara ” biz ailemizden eminiz, suçlu değil hatta iyilik peşinde koşan insanlar onlar. Şimdi biz nasıl anne babamızı düşünüyorsak, onlar da bizleri düşünüyordur. Onların üzülmemesi için elimizden gelen gayreti göstermeliyiz. Sanki yanımızdalarmış gibi hayatımıza devam etmeliyiz. Onlar da böyle davranmanızı isterlerdi. Onları görmeye gittiğimizde bu şekilde anlatmalıyız ” dedi. Kardeşleri bakışları ile tamam dediler.
Ertesi sabah fakülte yerine bilgisayar tamircisine gitti. Dükkân sahibi hemen başlayabileceğini söyledi. “Format atılması gerekenler var, onlardan başla istersen” dedi. Yoğun bir iş yeriydi. Özellikle dizüstü bilgisayarların tamir işlerini yapıyorlardı. Hem yazılım, hem de donanım arızalarının giderilmesi alanında rağbet gördükleri tezgâh üzerindeki bilgisayarlardan anlaşılabiliyordu. İşyeri sahibi ile görüştü, öğrenci olduğu için evde tamiri mümkün olan bilgisayarları evine götürmek istediğini belirtti. İş yeri sahibi kabul etti. Onun düşüncesi okuldan ziyade kardeşlerinin yalnız kalmaması idi.
İşinden gayet memnundu. Gündüz aldığı bilgisayarları, gece evde tamiri ediyor, ertesi gün işyerindeki teknik araç gereçle yapılması gereken müdahaleleri yapıyor ve iş yeri sahibine teslim ediyordu. Hem ücreti de fena değildi.
Fakülteye gitse de düzenli olarak devam edemediği için bir sene uzatmış gibi görünüyordu. Kardeşleri ile ilgileniyor, onların ders ve okul durumlarını takip ediyor, internetten aldığı tariflerle yemekler yapıyordu. Anne babalarına mektup yazıyorlar gelen mektupları tekrar ber tekrar okuyorlardı. 2 haftada bir telefon günlerini iple çekiyor hasret gideriyorlardı. Maalesef açık görüş iki ayda bir oluyordu. İlk açık görüşte cuma günü anneleri ile pazartesi babaları ile görüşmüşlerdi. Onları moralli görünce 3 kardeşe ayrı bir enerji gelmişti.
Harun ve Fevzi, abilerinin tamir işlerini, yemeklerin lezzetini, beraber yaptıkları çay sohbetlerini ve aile toplantılarını hem açık görüşte hem de mektuplarında bol bol anlatıyor, anne ve babalarının duydukları memnuniyetini yüzlerinden okuyunca en küçük ve komik teferruata bile giriyorlardı.
Tutukluklarının üzerinden 6 ay geçmişti. Henüz iddianameleri hazırlanmamıştı. Annelerini ziyarete gittikleri bir açık görüşte, Münevver Hanım yavrularının kendi ayakları üzerinde durduklarını görünce, çok memnun olmuş ve onun ellerinden tutmuş gözlerinin içine bakarak, ” oğlum benim, ismini koyarken ne kadar isabetli bir karar vermişiz. Hızır dar günde yetişendir, Hızır elden tutandır, ayağa kaldırandır. Hızır gözyaşlarını silendir. Sen de ailemizin elinden tuttun, kardeşlerinin ve bizlerin dar gününde yetiştin. Allah’ın kulları arasında da Hızır vazifesi görenler vardır. Ben onlardan birinin de senin olduğunu düşünüyorum. Sen kardeşlerine ve bizlere yardımcı oldun, Allah da senin yardımcın olsun, ellerinden tutsun inşallah” demiş dua etmişti.
Hızır annesinin devamlı olarak söylediği Tokat türküsünü de hatırladı.
“Yola yolladım seni, yollar yormasın seni,
Hızır elinden tutup, bana yollasın seni.”
Kapı zili çalınca birden irkildi. Harun ve Fevzi okuldan gelmişlerdi. Anne kokan tarhana çorbası da kıvamını almıştı…
Kaynak: http://magduriyetler.com/2018/06/09/hizir/
Hiç yorum yok